14 Aralık 2015 Pazartesi

KEFENİN CEBİ YOK

İnsanoğlu; doğar, büyür, okur, çalışır, para kazanır, harcar ve ölür... 

Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşayamaz. Yani yaşadığını anlamadan, hayattan hiç bir zevk almadan, hayallerini gerçekleştiremeden, çocuk büyütme kargaşasında, borç ödeyeceğim curcunasında, elalem ne der baskısında; yaşayamadan gözlerini kapatır dünyaya.

Yaşamın iki amacı vardır. Birincisi her an ölecekmiş gibi ahirete yatırım yapmak, ikincisi de hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yatırım yapmak. Biz bu yazıda; dünya için yapılan yatırımları değerlendirip, ahiretle noktayı koyacağız.

İnsanın en büyük yatırımı kendine yaptığı yatırımdır. En lüks evlerin kredileri altına girmek, en pahalı çantalara sahip olmak, son teknoloji telefonları kullanıp, en kral arabalarda seyahat etmek değil; sağlığa, hatıralara, dostlara yapılan yatırımdır. 

Hiç gitmediğiniz bir şehri ziyaret ettiniz mi hiç? Akrabalarınızın düğünü yada cenazesi için değil; sadece gezmek için, saatlerce seyahat ettiğiniz kaç şehir oldu? Hiç tanımadığınız insanların arasında kaç kere yürüdünüz? Kaç kere kayboldunuz hiç tanımadığınız sokaklarda? Biraz daha büyük düşünüp, kaç kere yurt dışına çıktınız diye soracağım. Turistler akın akın memleketimizi gezmek için fırsat yaratırken, siz kaç defa gittiniz onların ülkesine? Kaç kere plakasında başka bir ülkenin bayrağı bulunan taksilere bindiniz? Anlamadığınız bir dille konuşan kaç insana, beden dilinizle derdinizi anlatmaya çalıştınız? Cüzdanınızda hiç yabancı para taşıdınız mı? Cevabınız hayır. Çünkü bunları yapabilmek için hem zaman lazım, hem de para. 

Ama siz çalışıp kazandığınız paralarla, 3 bin liralık telefon kullanmayı tercih ettiniz. Siz 1 gecelik Kapadokya Turu yerine, aynı fiyata denk gelen marka ayakkabıyı almayı tercih ettiniz. Boğazda çay içmek maliyetine dip boyası yaptırıp; başkasının çektiği boğaz resmini bilgisayarda masaüstü yaptınız. Siz hafta sonunu 1 saat uzaklıktaki ören yerinde geçirmektense; koltuğa uzanıp, gidemediğiniz yerlere gidenleri 'like'lamakla vakit kaybettiniz.

Peki kaç kere psikiyatriye gittiniz? Hani sivilceniz çıktı diye, varisiniz bacağınızda çirkin gözüktü diye aşındırdığınız hastanelerin psikiyatristleri var ya, onları kastediyorum. Ruhunuz için en son ne zaman tedavi aldınız? Ne zaman içinizi acıtan sorunlarla yüzleştiniz? Ama yok, neden deli doktoruna gidip afişe olasınız ki? Herkes kötü ve haksız, siz hep iyi ve haklısınız.

Aslına bakarsanız tüm ulus olarak psikiyatrik tedavi almalıyız. Ramazan iftarları dışında aile meclisleri toplanmıyor, dost denilenler arkamızdan dedikodu yapıyor, hayat arkadaşları eşleri uyuduğu an başkalarıyla mesajlaşıyor, patronlar eleman azaltmak için işçilerin açıklarını arıyor. Velhasıl güvensiz bir toplumda; sadece maddi yatırımlar yaparak, ömür çürütüyor ve kendimizi yıpratıyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Brezilyalı bir iş adamı, organ bağışına dikkat çekmek için; milyon dolarlık arabasını mezara gömdü. Ben bu haberi farklı değerlendirip; ''Helal olsun adama, dünya malı dünyada kalır örneği sundu'' dedim. Gerçekten bir çok insan mal varlığını ahirete götürecekmiş gibi yatırım yapıyor. Evler, arabalar, yazlıklar, nikah öncesi altın pazarlıkları, limitsiz kredi harcamaları; kefenin cebi yok dedirtiyor. 

Oysaki sevdiklerimize, güzel anılar ve gülümseten fotoğraflar bırakmalıyız. Sonuçta ahirete, onların kavga edip paylaşamadıkları malı mülkü değil; sadece günah ve sevapları götüreceğiz. 

''Kaç yıl çalışıp para kazandın'' değil, ''Kaç sene namaz kıldın'' diye hesaba çekileceğiz. ''Sosyal medyada kaç yemek resmi paylaştın'' değil, ''Yemeğini kaç ihtiyaç sahibiyle paylaştın'' diye soracaklar ahirette. ''Dünyada kaç kürkün vardı'' değil, ''Kaç hayvan besledin'' diye soracaklar bize. İnternette kaç takipçin olduğuna değil, tabutunu kaç kişinin taşıdığına bakılacak son nefesini verdiğinde...


9 Kasım 2015 Pazartesi

ONUNCU YIL NUTKU

Türk Milleti! 

Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! 

Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. 

Yurttaşlarım! 

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü, daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. 

Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. 

Çünkü,Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. 

Büyük Türk milleti! 

On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiç birinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. 

Türk milleti! 

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. 

Ne mutlu Türküm diyene! 

Ankara, 29 Ekim 1933



20 Ekim 2015 Salı

OY KULLANMA !!!

Türkiye iyiden iyiye seçim sürecine girdi ve heyecan dolu maraton için koşmaya başladı adaylar. 1 Kasım'da sona erecek bu yarış için şimdiden çevre ve gürültü kirliliği arttı ama sabredeceğiz. Genel seçimin gerekliliği düşünerek; sabredeceğiz tantanalara.
Her seçim sürecinde olduğu gibi, bu seçim sürecinde de insanlar ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta; durumu milli mücadele haline getiren sorumlu vatandaşlar, diğer tarafta ise; her şeye muhalefet olup oy kullanmayan sorumsuz vatandaşlar. Bugün, siyaset bağımlıları yada partisi için seçimi fanatizmleştiren insanlara değil; kararsız seçmenler için karalayacağım yazımı.
Siyasetle hiç bir ilgisi olmayan ve taraf tutmayan kişilerin, bu dönemde yaşadığı duyguları anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. Hem futbol maçı izleyeceksin, hem 'YAN'sız olacaksın. Hem oy vermeyeceksin, hem şikayetçi olacaksın. Yönetimi beğenmez, dış politikayı beğenmez, yolu beğenmez, suyu beğenmez, muhalefeti beğenmez, adayları beğenmez, ama iş oy vermeye gelince ''Benim görüşüme yakın hiç bir parti yok.''
-Neden senin görüşüne uygun parti yok arkadaşım? Sen uzayda mı yaşıyorsun? Sen Türk vatandaşı değil misin? Türk olmayanlar bile; mağlup olmamak için kılıç çekmiyor mu miting meydanlarında? ''Ben oy kullanmıyorum'' demek havalı olabilir ama; bir tercih olamaz! Vatandaşlık görevini yerine getirmeyip oy kullanmayanların, şikayet etme hakları da olamaz.
Vatan elden gittiğinde, ülke bölündüğünde; ''keşke MHP'ye oy verseydim'' demeyecek misin?
PKK hortladığında, tesettürlü bacın okulda zorla başını açtığında; ''keşke AKP'ye oy verseydim'' demeyecek misin?
Mahalle baskısı başladığında, Mustafa Kemal'in heykelleri yıkıldığında; ''keşke CHP'ye oy verseydim'' demeyecek misin? Bunlar afaki örnekler ama sen bilirsin...
27 Mayıs darbesinde idam edilen siyaset adamı Adnan Menderes'in kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
40 yıllık dava adamı Necmettin Erbakan'ın kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
Karaoğlan Efsanesi olarak tarihe geçen Bülent Ecevit'in kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
Milliyetçi Hareket Partisi'nin kurucusu Alparslan Türkeş'in kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
Görevi başında hayatını kaybeden Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
Mitinge giderken helikopter kazasında hayatını kaybeden siyasetçi Muhsin Yazıcıoğlu'nun kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
En önemlisi de; milletine seçme ve seçilme hakkını getiren, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kemiklerini sızlatmak istiyorsan; oy kullanma.
Kraldan çok kralcı olma. Bu vatan bizim ve hepimizin söz hakkı var. Yarın pişman olmamak için sen de kullan oyunu. İster dombra çalanlara ver, istersen milletçe alkışlayanlara. İster milli duygularla kullan oyunu, istersen etnik kimliğinle. Ama 2 Kasım günü geldiğinde için rahat olsun, ''Her şeye rağmen vatandaşlık görevimi yaptım'' de. Yazımın başında bahsettiğim 'Seçimi milli mücade haline getiren sorumlu vatandaş'lardan ol.
Bu yazı azda olsa değiştirdiyse düşüncelerini, vazgeçme. Gelmiş geçmiş tüm seçimlerin, en önemlisinin bu olduğunu unutma. Araştır, oku, izle ve partini seç. Sonra bayram sabahına uyanır gibi kalk 1 Kasım sabahı. En güzel kıyafetlerini giy, seçmen kağıdınla kimliğini de yanına almayı unutma. Ardından insanlık görevini yap, vatandaşlık görevini yap. O kadar basit değil Türk vatandaşı olmak, sorumluluğunu yerine getir. Getir ki; vicdanın rahat olsun...
ekim 2015

ŞİDDETLİ GEÇİMSİZLİK


''Eğitim şart'' sloganıyla bu yazıya başlarsam, eminim çoğunuz okumayı bırakabilirsiniz. Ama cinsellikten sonra gelen; en büyük dürtüden bahsedeceğim dersem, belki bir kaç dakikanızı ayırabilirsiniz.


Her gün haberlerde izlediğiniz, iş yerinizde tanıklık ettiğiniz, sınıfınızda karşılaştığınız, mahallenizde gördüğünüz, komşunuzda duyduğunuz, ailenizde şahit olduğunuz, kısacası en tehlikeli, fakat en etkili savunma aracından; şiddetten bahsedeceğim. 


Tarihine baktığımız zaman, ilk şiddet örneğini; Habil ve Kabil hikayesinde görmekteyiz. Kaynaklara göre evlilik çağına gelen iki kardeş, aynı kızı sevmiş ve bu sorunu çözmek için Rab'be en güzel kurbanı sunmak üzere iddiaya girmiştir. Habil'in koyunu, Kabil'in buğdayından daha fazla beğenilmiş ve Rab evlilik hakkını Habil'e vermiştir. Fakat bu seçimin  doğurduğu kıskançlık, Kabil'in insanlık tarihindeki ilk cinayeti işlenmesine sebep olmuştur. Kabil ''Katil'' unvanını alırken, Habil ise; islami akımlara göre, şiddet karşıtlığının ilk savunucusu olarak kayıtlara geçmiştir.


Kimi zaman kıskançlık, kimi zaman aşağılanma, kimi zaman ego, kimi zaman duyguları ifade edememe, kimi zaman da genetik nedenler; bireysel şiddet uygulamaya sebep olur. Örneğin savunmasız bir çocuğu dövmek. Karşılık veremeyeceğini bile bile ve göz yaşlarını izleye izleye vurmaya devam etmek; onursuzluk ve zeka geriliğinin belirtisidir. Yahut bir erkeğin, aynı yastığa baş koyduğu eşine el kaldırması. Evlenmek için gün saydığı ve ölüm ayırana dek eş olmaya yemin ettiği karısını, öldürmeye teşebbüs etmek; öfke kontrolünü sağlayamamaktan, erkek olmuş ama adam olamamışlıktan ileri gelir. Peki ''Onlar benim sessiz kullarımdır'' denilen, hayvanlara yönelik şiddet için ne demeli? Bence şiddeti uygulayanlara direk ''Hayvan'' deyip geçmeli. İnsanlığa oksijen bahşeden bitki örtüsüne bile rahat vermiyorsak, nasıl şiddete dur diyebiliriz ki?


Eğitim eksikliği, aile terbiyesi ve psikolojik tedavi alınmadığı müddetçe; şiddet şiddeti doğurmaya devam edecektir. İş yerinde sözel şiddete maruz kalan baba, evde eşine fiziksel şiddet uygulayacaktır. Eşi tarafından şiddete uğrayan kadın; içgüdüsel olarak, egosunu çocuğu üzerinde tatmin edecektir. Bu şiddet sirkülasyonu da; çocuğun sokak kedilerine vurmasına yada çiçekleri kopartmasına sebep olacaktır. Gerçi;  ülkemizde en çok izlenen filmler savaş temalı oldukça, en çok takip edilen diziler tecavüz sahneli oldukça ve en çok reyting yapan programlar reality şovlar oldukça; şiddet asla bitmeyecektir.


Bireysel şiddet kadar önlem alınması gereken bir diğer şiddet türü de; toplumsal şiddettir. Yani bitmek bilmeyen savaşlar. Yaradılışımızdan gelen hırs ve intikam duygusu, mutlak mücadeleleri devam ettirmiş, asırlar boyu topraklar kanla beslenmiştir. Tarih kitapları yapraklarını savaşa ayırmış, şiddetin boyutlarını günümüze taşımıştır. Peki yüzlerce can alan muharebelerde hangi taraf galip gelmiştir? İnsanlık, kazanan tarafı tebrik mi etmiştir yoksa kaybedilen canlar için rahmet mi dilenmiştir? Bazen de taraflar antlaşma yapmış ve boş yere mi kan dökülmüştür?  


Savaş gibi, toplumsal şiddetin en somut kanıtlarından biri de terördür. Siyasal, dinsel veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla; yönetimlere baskı yapıp, her türlü şiddete başvuran hainler topluluğudur. Ülkemize hiç yabancı olmayan bu bela; 1974 yılında peydah olmuştur. Yaşadıkları vatana ihanet edip, ayrı bir devlet kurmak amacıyla yola çıkan bu örgüt; Türkiye'de ki en büyük şiddet modelini yaşatır olmuştur. Önceleri kürt olduğunu söylemekten utanan, kürtçeyi sadece evinde konuşan, nereli olduğunu gizleyen, bizde Türk'üz naralarıyla içimize karışan, sonra bazı siyasetçilerin başımıza çıkartmasıyla; yediği kaba pisleyen, bir kısım onursuz insanın yaşam biçimi olmuştur. Mitingleri bombalamak, polis araçlarını taşlamak, okulları yakmak, kamu mallarına zarar vermek, belediye otobüslerine molotof kokteylleri atmak; en büyük hobileri olmuştur. Kafası çalışmayan insanların, bedenlerini çalıştırarak yaptıkları bu hareket; şiddetin en tehlikeli örneklerinden biri haline gelmiştir.
    

Nihayete erdirecek olursak, şiddet; etkili bir savunma aracı olsa da, neticeleri asla mutlu sonla bitmeyecektir. Kadına şiddet yüzünden eşlerin boşanması, kavgalar yüzünden arkadaşlıkların bozulması, mobbing uygulamaları yüzünden şirketlerin istikrarsız yol alması, terörizm yüzünden ülkelerin parçalanması; ilerleme değil her zaman gerilemeye sebep olacaktır. 

ekim 2015


82. İLİ AÇIKLIYORUM

Her şey daha güzel bir Yalova içindi. Her şey trafiği azaltmak, halkı memnun etmek, transit geçişleri hızlandırmak ve araç yoğunluğunu minimum seviyeye indirmek içindi. Ama Yalova Yalova olalı böyle trafik görmedi!!!
Köprülü Kavşak Projesi'nin yapım aşaması, Yalovalılar için Çin işkencesine dönmeye başladı. Tamamlandığı vakit ''Mükemmel bir yatırım oldu, çektiğimiz trafik çilesine değmiş'' diyeceğiz ama; geleceği göremeyen Yalovalı siyasetçiler, neden yumurta tavuğun münasip bir yerine gelince çalışmaya başladı?
1950'li yıllarda dönemin Başbakanı Adnan Medres, İstanbul'a dört gidiş dört geliş olmak üzere toplam 8 şeritlik bir bulvar yaptırma kararı aldı. Muhalefet İstanbul'un böyle geniş bir yola ihtiyacının olmadığını ifade etsede, itirazlara aldırış etmeyen Menderes imar projesini gerçekleştirdi ve Vatan Caddesini yaptırdı. Velhasıl siyasetçi adam, günü kurtarma peşinde değil; gelecekte oluşacak problemleri görüp önlemini alan adamdır.
Olmuşla ölmüşe çare yok denir ya; bizde olmuşla ölmüşe çare yok diyelim ve köşe yazımızın başlığına dönelim.
Bir ilçenin il olmak için sahip olması gereken tüm özellikleri, son aylarda Kemer Köprü'de görmeye başladık. Gazi Osman Paşa mahallesi namı diğer Kemer Köprü, gelmiş geçmiş en büyük trafik yoğunluğuna ev sahipliği yapıyor bu sene. Hazır bu kadar revaçtayken, Köprülü Kavşak Projesi'nin de inşaatı bitmeden; il olmak için dilekçe vermeliyiz. Öylesine kalabalık bir trafik ve onun sebep olduğu bir nüfus yoğunluğu varki; bırakın ilçe olmayı, Kemer Köprü direk Türkiye'nin 82. ili olur.
Bilmeyenler için; Bursa yolu ve İzmit yolu üçgeninde kalan mahallenin, Kemer Köprü olduğunu hatırlatalım.
Ana arterlerde oluşan yoğunluktan kaçmak için; aklınıza gelebilecek tüm ulaşım araçları Kemer Köprü'ye yığılmış durumda. Sağa bakıyorum tır, sola bakıyorum tanker, ara sokağa kaçıyorum minibüs, arka sokağa gidiyorum otobüs. 1 dakikalık mesafeler 5, 5 dakikalık mesafeler ise yarım saate çıkmış durumda. Eski mahalle kültürünün kaybolmadığı bu minik semt, şu günlerde kan ağlıyor. Ağır vasıtalar yüzünden kırılan parke taşlarına mı üzülelim, yoksa trafik stresinden bozulan sağlığımıza mı? Mahalle sakinlerinin park yeri bulamamasına mı kızalım, yoksa kornaların sebep olduğu gürültü kirliliğine mi? Bu sorunun oluşacağını önceden göremeyen karayollarına mı kızalım, yoksa alternatif ulaşım noktaları hazırlamayan belediyeye mi?
Ama üzülmeye gerek yok. Bu işten karlı çıkmamız için yapmamız gereken tek şey; Kemer Köprü'yü Türkiye'nin 82. ili yapmak için başvuruda bulunmak. Bir bölgeyi il yapmanın en büyük kriteri coğrafi konumudur. Mevcut şehirleşme ve ulaşım durumu masraf yapılmayacak boyutta olan noktalar, il olmaya müsaittir. Ayrıca il olmayı talep etmekteki bir diğer seçenek; nüfus. ADNK sistemine göre Şehir Merkezi Nüfusu 100 binin üzerinde olan ilçeler otomatik olarak il olur. Her yıl 100 bin üzerindeki ilçelerin il olması ile ilgili yeniden değerlendirme yapılır. Trafik çilesinde oluşan insan yoğunluğunu nüfusa ekleyip, çoğrafi konumumuzla çarparsak; Kemer Köprü il olmasın da ne olsun.
Yalovalı'lar yaz tatili ve bayram trafiği derken, araçlardan illallah etti. Ama inanın Kemer Köprü'de oturan insanlar trafikten iki katı illallah etti. Tırlar otobüsler mahalleyi felç etti, kavgalar tartışmalar insaları yüz göz etti. Bu proje yakınları uzak etti, kısacası umutları zehir etti.
Tek dileğimiz ise; önümüzdeki yaz aynı sıkıntıların çekilmemesi. Hem Körfez Geçiş Köprüsü'nün, hem de Tonami Meydanı'ndaki Köprülü Kavşak Projesi'nin kazasız belasız bitmesi...
temmuz 2015

DETOKSUN DİBİNE VURUYORUZ

6. sınıfa giderken aynı zamanda okulun folklor ekibinde Bilecik Yöresi oynuyordum. Bana göre eğleniyor, aileme göreyse sosyalleşiyordum. Çok seviyordum folklor oynamayı. Gece gündüz çalışmalara katılıyor, bacaklarıma giren kramplar yüzünden uykumdan sıçrasamda; vazgeçmiyordum. Ekibimdeki arkadaşlarımda en az benim kadar seviyordu folklor oynamayı. Çok çalışıyorduk ve okullar arası folklor yarışmasına katılmaya da hak kazanmıştık.
Beklenen gün gelip çattı. 
Aylarca verilen emeğin karşılığını almak için; yarışmaya hazırdık. Onlarca öğrenci ve folklor ekibi; Yalova'nın birincisi olmak ve Bölgesel Yarışmaya katılma hakkı kazanmak için; koreografilerini sergiliyordu. Sonunda sıra bize geldi. Henüz 11 yaşlarındaydık ama hırslıydık. Kadifeden yapılmış kat kat yöresel kıyafetlerin içinde, hiç bir hata yapmadan; Yalova Kapalı Spor Salonu'nda folklorümüzü oynadık.
Gösterimiz bitince, heyecanla bekleme salonuna attık kendimizi. Arkadaşlarımın neredeyse hepsi çantalarına yönelip, su şişlerini çıkardı. O kadar terli ve yorgunlardıki ''kana kana su içmek'' deyimini burada kullansak yanlış olmazdı. Nefes nefese sularını içip boş buldukları yerlere oturdular. Ben ise; oruçtum... Hem aç, hem susuz, hem de yorgundum; ama artık olgundum... Su içmedim ve ilk kez o gün; orucun ne demek olduğunu anladım. Düşündükçe hala gözlerim yaşarır bu olaya. Su içemediğime değil, yarışmanın bize kazandırdığı birinciliğe gözlerim yaşarır hala. Evet, o yıl okullar arası folklor yarışmasının birincisi olup, Balıkesir'de yapılan 'Bölgesel Yarışmada' Yalova'yı temsil ettik... O Şubat ayı bana, yarışma sayesinde çalışmanın sonundaki zaferi, oruç sayesinde de; sabretmenin kazandırdığı büyüklüğü fark ettirdi.
Bu yıl oruca başlayan çocukların imtihanı ise; bizim gibi 12 saat değil, 17 saat.
Ama orucun sadece aç ve susuz kalmak değil, nefsi terbiye etmek olduğunu anlayacaklar. Farz ibadetini yerine getirmenin huzurunu, mide sağlığı için aç kalmanın faydalarını, orucun toplumsal kaynaşmaya sağladığı yararları ve sabır ile tahammülün insan hayatındaki önemini kavrayacaklar.
Havaların sıcak yada günlerin uzun olması, orucun farz olduğu gerçeğini değiştirmese de; insanlarda sürekli bir bahane bulma çabasında olacak.
Akıl sağlığı yerinde, buluğ çağına gelmiş herkesin oruca teşvik edilmesi gerekirken; nefsi terbiye eden bu ibadetten kaçınma bahaneleri aranacak. ''Daha küçüksün dayanamazsın, ''Tatile gideceğiz denize girmezsin, ''Havalar çok sıcak şekerin düşer, ''İş yerin oruç tutmaya müsait değil boş ver'' ve daha arttırabileceğimiz yüzlerce bahaneler... Oysa hem ibadet hem de sağlık için; oruç tutmak o kadar gerekli ki...

Peki hristiyanların da oruç tuttuğunu biliyor muydunuz?
İncil'de yer alan bir ayete göre; ''Hristiyanlar bireysel ihtiyaçları için oruç tutmalı. Bahsettiğimiz ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçlar olmalı. Hz. İsa’nın öğrencileri: “Biz kötü ruhu neden kovamadık?” diye sordular. Hz. İsa onlara; “Bu tür ruhlar ancak duayla ve oruçla kovulabilir” yanıtı verdi. (Markos 9:29-30, İncil)
Aynı zamanda Kutsal Kitaplarında yer alan diğer bir ayete göre; ''Hz. İsa dünyaya ait hizmete başlamadan önce 40 gün ve 40 gece oruç tuttu.'' Bu sebeple Hz. İsa'nın ikinci kez dünyaya geleceğine inanan hristiyanlar; 7 gün oruç tutar ve bu dönemde sürekli İncil okuyarak dua ederler.
Orucun inanışlar ve ibadetler arasındaki önemi, ramazan ayında sürekli medyada yer aldığı için; orucun sağlığa yararlarından bahsederek, yazımı sonlandırmak istiyorum.
Baş ağrısı, sırt ağrıları, sık sık soğuk algınlığına yakalanmak, yorgunluk, eklem ağrıları, burun kaşıntısı, sinirlilik, deri döküntüleri, öksürük, uyku hali, deri kızarıklıkları, göğüs hırıltısı, gözlerde iritasyon, uykusuzluk, bulantı, boğaz ağrısı, savunma sisteminizde yavaşlama, baş dönmesi, hazımsızlık, boyun tutulması, değişken ruhsal yapı, anoreksiya, sinüslerin tıkanması, anksiyete, ağız kokusu, dolaşım bozukluğu, ateş, depresyon, kabızlık; vücudun detoksa ihtiyacı olduğunu gösteren işaretlermiş.
Peki detoks nedir? Detoks, vücuda yeni toksinlerin girmesini önlemek için; belli bir süre aç kalmakmış. Detoks; midenin boşalmasının ardından vücudu, taze sıkılmış sebze yada meyve suları ile temizlemekmiş. Detoks sindirim organlarının dinlenmesini sağlamak için; yemekten uzak durmakmış.
Bizler ise farketmeden, her Ramazan ayı geldiğinde; detoksun dibine vuruyoruz...
Elhamdülillah oruç sayesinde; hem bedenimizi, hem ruhumuzu temizliyoruz...


KİM TAKAR YALOVA KAYMAKAMINI

Marmara'nın incisi Yalova, son yıllarda o kadar büyüdü ve öylesine kalabalıklaştı ki mahalle gibi herkesle selamlaştığımız yollar, yabancı suretlerle doldu. Yabancıdan kastettiğim sadece Suriyeliler değil; emeklilik sebebiyle Yalova'ya yerleşen teyzeler, okumak için bumerang üçgenini (İstanbul, İzmit, Bursa) tercih eden öğrenciler ve tayin yüzünden Yalova'ya tıkılmak zorunda kalan abiler.

Küçük bir azınlık halinden memnun. Şirin bir sahil kasabasını andırıyor Yalova onlara. Ama çok geçmeden birazdan yazacağım şikayetleri onlardan da duyacağız. Çünkü büyük bir çoğunluk Yalova'ya alışamamış. ''Yalova çok küçük, Yalova çok sıkıcı, Yalova'yı sevmiyorum, Yalova'da yaşlanamam, Yalova beni boğuyor'' tarzı yakınmaları bir çok yabancıdan duyuyorum. ''Bizde sizin meraklınız değiliz ama beraber yaşamak zorundayız'' diyerek bu yazıyı; Yalova'yı tanımayanlara ithaf ediyorum.

Bazı rivayetlere göre; balçık bir toprağa sahip olduğu gerekçesiyle Yalakova denilen ilimizin ismi, asimile olarak Yalova adını almıştır. Bazı tarihçilere göre de Yalova kelimesinin oluşumu; deniz kıyısında bulunan evlere ''yalı'' denilmesinden (Yalıova) kaynaklanmaktadır.

Yüz ölçümü itibariyle Türkiye'nin en küçük şehri olan Yalova, il olmadan önce İstanbul'a bağlı bir ilçeydi. 1994 yerel seçimlerinde, adayına destek vermek için Yalova'ya gelen dönemin Başbakanı Tansu Çiller; Yalova'yı Türkiye'nin 77. ili tayin etmişti.


Yalova ismini hayatında hiç duymamış ve haritada yerini bilmeyen insanlar ise; bizim varlığımızı 17 Ağustos 1999 depreminde duydu. Merkez üssü Gölcük olan 1999 depremi Yalova'da yaşayanlar için bir milattı. Milat diyorum çünkü; her sohbetimiz ''depremden önce ya da depremden sonra'' diyerek başlar. Dile kolay, sayısı hala net olarak kayıtlara geçmeyen binlerce can, yani binlerce akraba ve binlerce arkadaş bu depremde kaybedildi. Bu haberle de Yalova'nın haritadaki yeri Türkiye'de öğrenilmiş oldu.

Yalova'nın yabancıları için kaleme aldığım bu yazıda; sıra magazin turunda... Yalova sadece Türkiye'nin en küçük ili olması, deprem atlatması yada siyasi çalışmalarıyla değil, büyüttüğü ünlü isimlerle de anılıyor. Bu ünlü isimlerin başında Milli Basketbolcularımız İbrahim Kutluay ve Mehmet Okur geliyor. Rock şarkıcısı Şebnem Ferah ve pop şarkıcısı İzel de Yalovalı ünlülerden. Oyuncu Berrak Tüzünataç ve Arda Kural'dan sonra, Milletvekilimiz Muharrem İnce'yi de yazmadan geçemeyeceğim.

Yalova'da yaşasın ya da yaşamasın, insanların en çok merak ettiği sorunun cevabını vererek, yazımı noktalayacağım. 

Umursamazlık durumunda kullanılan ''Kim takar Yalova Kaymakamını'' sözü nereden çıktı?
"Bir gün Yalova’ya genç, yeni mezun bir kaymakam atanmış. İlk kez göreve başlayacak olan Kaymakam, İstanbul’dan vapura binerek Yalova’ya hareket etmiş. Yalova’ya geldiğinde iskelenin tıklım tıklım insanlarla dolu olduğunu görmüş. Güverteye çıkmış, etrafa gülümseyerek bakıyormuş. Yanından geçen bir boyacıya usulca sormuş:

-''Bu kalabalık Yalova Kaymakamını bekliyor değil mi?''

Boyacı, gülmüş:

-''Kim takar Yalova Kaymakamını ağabey. Halk Gazi Paşa’yı bekliyor'' demiş.

Meğer, o gün Yalova’ya Gazi Mustafa Kemal Atatürk geliyormuş, kalabalık da O'nu karşılamak için toplanmış."
şubat 2015

DÖRTYOL KADINLARI

Başlığa aldanıp bu yazıyı okumaya başladıysan şimdiden bırakabilirsin.
Bu yazı parasını bedeniyle kazanan bayanların yazısı değil. Zaten Yalova'da ki Dörtyolda öyle işlerin dönmediğini en az benim kadar iyi biliyorsun...

Şuan ne yapıyorsun? Evde kanepeye uzanmış bir halde misin, yoksa iş yerinde kahveni yudumlarken mi bu satırlara gözün ilişti bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki; her gün dört yolda gördüğüm kadınlar ya senin komşun, ya arkadaşın, ya da onların ta kendisisin...

Yer Dörtyol, mekan üst geçidin altı, saat 07:30... Durakta kalabalık bir erkek gurubu fabrika servislerini bekliyor. Aralarında çok az kadın var. Büyük bir ihtimal uykularını alamamışlar, yüzleri şiş ve evden aceleyle çıktıkları için birazda bakımsızlar. Kırklı yaşlarında olan bu ablalar muhtemelen ya yemekhanede çalışıyor, ya da hizmetli. Çünkü vasıflı bayanlar çoktan o kalabalığın önünden özel arabalarıyla geçti. Ne ara kalkıpta dünyanın makyajını yaptılar bilmiyorum ama, her zaman ben mevki sahibiyim diye bağırıyor öz güvenleri. Oysa ister limuzinle gitsinler işe ister servisle, aynı ekmek teknesinin yolcusu bu kadınlar. Akşam aynı diziyi izleseler de; hep bir unvan savaşı, bitmek bilmeyen bir sidik yarışı...

Yer Dörtyol, mekan üstgeçit, saat 08:30... Bursa yolunda trafik yavaş yavaş artarken, araba gürültülerine topuklu ayakkabı sesleri eşlik ediyor. Egzoz dumanlarına da mis gibi parfüm kokuları karışıyor. Baş rolde gene kadınlar var. Kimi işe gitmek için koşturuyor, kimi de kaçırdığı otobüsü yukarıdan izliyor. Grup halinde yürüyenler ise; facebookda can ciğer göründükleri arkadaşlarının dedikodularını yapıyorlar...

Yer Dörtyol, mekan Migros'un önü, saat 12:00... Kadınların yarısı için hayat sabah saatlerinde başlarken, diğer yarısı içinde öğlen başlar. Markete alışverişe çıkanlar, okuldan çocuğunu almış eve dönen ablalar, süslenip eltisine giden hanımlar... Hastane minibüsü bekleyen teyzeler, vardiyadan dönen tekstilciler, ergenlik çağında hayatından bezmiş gençler...

Yer Dörtyol, mekan toplu taşıma aracı, saat 17:30... Tahmin ettiğiniz gibi minibüsler işten dönen insanlarla dolu ve kalabalık. Oturmak için boş yer bulan kadınların ellerinde; ya alışveriş poşetleri var, ya da son model telefon... Durakta minibüs yavaşlıyor. Kendilerine ''Teyze'' denilmesinden hoşlanmayacak tipteki 2 süslü kadın, ağır adımlarla minibüse biniyor. Oturacak yer bakınırken aynı zamanda günün dedikodusu yapılıyor. Belli ki altın gününden dönüyorlar. Onlar gözleriyle kalkmaları için gençleri taciz ederken, gençler de şöyle fısıldaşıyor ''biz 10 saat ayakta çalışmış eve dönelim, onlar gezmeden dönerken oturacak yer baksınlar.''

Yer Dörtyol, mekan Fidanlar Cami, saat 18:30... Cemaat yatsı namazını kılarken, dilenmek için kendine yer hazırlayan bir abla, hem cinsinin bağırmasıyla irkiliyor; ''mendil sat dileneceğine mendil.'' Bir kaç saniyelik tereddütten sonra kadın kalkıp gidiyor, karanlığa karışıyor... 

Yer Dörtyol, mekan üst geçidin altı, saat 23:30... Mevsimlerden kış ve saatlerden gece yarısıysa; hayat durur Yalova'da. Bırak dört yol kadınlarını görmeyi, çok az araç geçer bu zamanda. Sessizliğe sarılıp uyur insanlar. Yarın yeni bir gün ve sahne de yine olacak bizim kadınlar...
Kasım 2014

19 Ekim 2015 Pazartesi

GİDEMİYORUZ DA, KALAMIYORUZ DA

Alıp başımızı gitmek isteriz bazen. 
Uzaklara, bilmediğimiz topraklara, kimsenin tanımadığı mekanlara....
Hele de Türkiye'nin en ufak ilinde yaşıyorsanız sık sık hayal edersiniz, başka yerlerde yaşamayı.
Aslında kastettiğimiz daha çok gezilecek daha büyük şehirlere kaçmak değil, gönül rahatlarıyla yürüyeceğimiz sokaklardır aslında.
Kalabalıklara değil de tanınmayacağımız yerlere uzaklaşmaktır hayalimiz.
Yalova'da yaşamayan bilemez.
Burada herkes bir birini tanır, herkes bir biriyle selamlaşır, herkes karşısındakinin mazisinde yer almıştır.
İllaki aynı asansöre bindiğiniz insan, bir yerden ahbabınız olma potansiyeline sahiptir.
Çok ufaktır Yalova... 
Yanımızdan geçen insanla mutlaka ya aynı okula gitmişizdir, ya aynı konserde eğlenmişizdir, ya da aynı marketten alışveriş etmişizdir.
Türkiye geneline bakıldığında çok önemli bir il olsa da, yaşayanlar için mahalledir Yalova.
İş için, eğitim için, bazende sırf gezmek için elbette çıkarız şehir dışına.
Nerelisin diye sorana ''Yalova'' cevabını veririz.. ''Hmm biliyorum'' yanıtını alırız..
Aslında bir halt bildiği yoktur Yalova hakkında.
Ya İzmir'e giderken kullanmıştır dörtyolu, ya da İstanbul'a geçerken Topçular'da binmiştir feribota.
Kimisi de böyle itiraf eder ''Sadece geçmiştik, merkezine girmedik'' diye.
Bilmez ki geçtiği o trafik dolu dörtyolun sadece 500 metre ilerisi cennettir, aşktır, mutluluktur.
Bir yanı ormanlarla kaplı oksijen kaynağı, bir yanı masmavi deniziyle hayal kurma alanı...
Boş verin bilmesinler.
Onlar geçip gitsinler Yalova'dan...
Zaten bizde onların gittiği yerlere gidemiyoruz ki.
Sadece hayal ediyoruz alıp başımızı gitsek diye.
Ama gidemiyoruz da kalamıyoruz da...
İşte böyle bir yer Yalova.
Aşk gibi hem severiz hem nefret ederiz...
Bilmeyene ''Cennet'' gibi anlatırız, bilenle ''Cehennem'' muhabbeti.
Bursa İzmit ve İstanbul arasında, Bermuda Şeytan Üçgeni..
Terk edenlere imrensede bazıları, terk edip dönenlerin gözlerinde buluruz Yalova sevdasını...


BİLEMEDİM

Yalova'da neler oluyor? Burası Yalova mı? Yalova nereye gidiyor? Nasılsın Yalovalı?
Kafamızda o kadar çok soru birikti ki. Hangisini konuşmalı, en önemli yanıt hangisinden alınmalı, inanın bende bilemedim...
Bilgisayarın başına oturup düşünüyorum... Hangi problem daha büyük? Sizler ne üzerine bir yazı okumak istersiniz? 
Empati kuramıyorum...
Neyse günün konusu Yalova'da ki çöp sorunu olsun. Bir bakıyoruz Yalova cennet gibi pırıl pırıl, bir bakıyoruz konteynırlardan taşan çöpler yol olmuş İzmit'e akıyor. 
Yok, vazgeçtim midenizi bulandırmayalım, çöp görüntüsü yeteri kadar bıktırdı hepinizi.
O halde CHP'nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde uğradığı hezimeti tartışalım, sonuçta bir önceki yazım bunun üzerineydi. 
Ama hayır, siyaset tartışmak dostlukları yeteri kadar bozdu diyorsunuz.
Peki... 
Yalova'yı istila eden Suriyeli'leri konuşalım.
Mülteci kamplarını terk edip dilenenleri değil; baya baya Yalovalı olmuş, Bahçelievler Mahallesinde kendinizi yabancı gibi hissetmenize vesile olan Suriyeli'leri...
Fakat onlar hakkında da söylenen rivayetler netleşmediği için, konunun derinliğine giremiyorum.
O halde sırra kadem basıp ikide bir ortadan kaybolan Vefa Başkanı mı konuşsak? Sadece nikah kıyarken görülen, onun yerine tüm işleri Halit Güleç'in yürüttüğü, 1 haziran seçimlerini yana yakıla kazanmak isteyen Vefa Salman'dan bahsediyorum evet.
Ama o da ortalıkta yok ki, nötr kalıveriyorum bir anda...
Neyse...
Günün konusunu buldum sonunda...
21. yüzyılda yaşadığımız 24 saatlik su kesintisini konuşalım. Hem konuyu isteyen Vefa Salman'a bağlar isteyen hükumete. Biraz ortalığı karıştırırız. 
Ama yok.. Birazdan 24 saat dolacak, vanalar yeniden açılacak ve yazımın değeri kalmayacak.
O halde minnacık Yalova'da yaşanan trafik çilesini yazalım. Park yasağına uymayan vatandaşları taşlayalım. Dörtyol'daki trafik sonunu çözecek ihaleyi iptal eden devleti kınayalım.
Ama oda artık pirim yapmıyor değil mi? Alıştık... 
Maazallah trafik sorunu çözülürse sudan çıkmış balık gibi sersemleriz.
En iyisi yıl dönümü de gelmişken 17 Ağustos depremini konuşalım. Pire gibi artan yapılaşmanın ne kadar yolunda gittiğini tartışalım.
Yada hayır, onu da bizim yerimize deprem mühendisleri yeteri kadar irdeliyor. 
Yaralarımıza tuz basmayalım..
Dün ki muhteşem Duman Konseri'ni mi konuşsak...
Kartal sokaktaki iki yöne de girilmez tabelasına mı gülsek...
''Rabia''yı anıp dua mı etsek...
Yalova'da ki turist sayının yeterli olup olmadığını mı incelesek...
Yeni Başbakanın kim olacağına dair anket mi yapsak...
Bunaltan hava sıcaklıklarını mı yazsak...
Bilemedim...
En iyisi gündem değişene kadar bekleyelim...
ağustos 2014

18 Ekim 2015 Pazar

ALLAH KABUL ETSİN

''Nerede o eski Ramazanlar'' siteminin ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü bu cümleyi maalesef bende kurmaya başladım.

Elbette yaşladığımı düşündüğümden değil, cümledeki iç geçirmenin nirvanasına ulaştım...
Eskiden Ramazanda insanlar oruç tutardı. Evet, çevremdekilerin demek istediği buymuş; eskiden ramazan ayında insanlar oruç tutardı.
Restorantlar kapanır, Yalova sahilindeki kafelerin çoğu ramazanda tadilat dönemine girerdi. Camlarda ''İftardan sonra açığız'' yazardı, ''İftardan sonra da açığız'' değil.
Ramazan davulcularına bahşiş verilirdi, evde yokmuş numarası yapılmazdı.
Çocuklara yarım gün oruç tutturulur, teravih namazlarına götürülürdü. Şimdi ise bu ayın manasını bile anlamadan yetişiyorlar.
11 ayın sultanı bir kaç yıldır yaz mevsimine denk geliyor, günler çok uzun ve sıcak... Tabiki tutamayan ''Rahatsız'' insanlar da olacak ama; eski Ramazanlarda oruç tutana saygı duyarlardı. 
Yollarda alenen sigara içilmez, sakız çiğnenmezdi. Açık olan kafe yada kahvehane sahipleri, brandalarla görüş alanını kapatırlardı.
Yalova yazlık bir bölge, elbette tatil yapanı da var denize gireni de. Benim anlatmaya çalıştığım ''Nerede o eski Ramazanlar'' cümlesindeki üzüntü. Dini değerlerin yerine getirilememesi değil, yitirilen saygı...
Ve şimdi hiç birşey olmamış gibi Ramazan Bayramına gireceğiz yakında. 30 gün nefsine hakim olmuş, açlığın ne demek olduğunu Allah (c.c.) emrettiği için yaşamaya çalışmış insanlara verilen mükafata gireceğiz yakında.
Ama o zamanda ''Nerede o eski Bayramlar'' diyeceğiz.
İçki şişeleriyle görüntülenen siyasetçiler bu seferde; ''Şeker Bayramınız kutlu olsun'' sahteciliğine başlayacak. Telefonlardan zoraki bayramlaşma mesajları atılacak.
Oruç vazifesini yerine getirmeyen büyük bir çoğunluk tatil yapacak. Hani 1 Mayıs'ta çalışan işçilerin adaletsizliği gibi...

Neyse... 
Oruçlu olduğu için; nazı ve siniriyle ortalığı kasıp kavuranlara, yada orucu uykuya tutturanlara hiç değinmiyorum bile...
Allah layıkıyla tutanların oruçlarını kabul etsin. Tutmak isteyipte tutamayanların sadakalarını kabul etsin. Hem tutmayıp hem saygı göstermeyenlere de hidayet versin...
Allah İsrail'i ıslah etsin, Gazze'deki soykırımın bitmesini nasip etsin..
Müslüman kardeşlerimiz şehit olurken, çalgılı çengili Ramazan etkinliği yapan belediyelere akıl fikir versin...
Yapılan yardımlar diğer 11 ayda da devam etsin, camilerde kalabalık saflar tüm vakitlerde devam etsin.
Giden kilolar geri gelmesin, azaltılan sigaralar tekrar içilmesin :) 
Allah bir sonraki Ramazan ayına da erişmemizi nasip etsin.
Amin...
Temmuz 2014

YALOVA ''BAŞKENT'' OLMALIYDI

Cumhurbaşkanlığı seçimine sayılı günler kala Yalova'da beklenen heyecanın yaşanmadığı herkes tarafından gözle görülüyor. Sebebi ise CHP'nin bu yarışta Yalova için hiç bir faaliyet göstemeyişi.
1 Haziran seçimlerini Vefa Salman'ın kazanmasının ardından, AK Parti muhalefeti herkes; ''Çatı Adayı'' formülünün Türkiye'deki ilk zaferinin Yalova olduğunu ifade etmişti. Yalova'da çıkan sonuç Cumhurbaşkanlığı seçimine de örnek olacaktı.
Muharrem İnce o dönem ''Biz bu seçimi Cumhuriyet Halk Partisi’nin üyeleriyle almadık. Başka partilere mensup kardeşlerimde bizim partimize yöneldi. Onlara teşekkür ediyorum, bunu inkar etmiyoruz. İşte çatı bu'' sözleriyle galibiyetini kutlamıştı.
ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan ''Cumhuriyeti savunan bir ortak aday belirlenirse bütün partiler o aday etrafında birleşebilir. Bunun olacağı Yalova’da görülmüştür. Yalova seçimleri başarının sembolü olmuştur. Bu modelle Atatürk ve Cumhuriyet’i savunan bir adayı Çankaya’ya oturtabiliriz” demişti.
O halde Cumhurbaşkanlığı seçimi fişeğinin ateşlenmesi gereken yer Yalova olmamalı mıydı?
İdeolojileri farklı olan partilerin Çatı Adayı Ekmeleddin Muhammet İhsan, ilk mitingini Yalova'da vermemeli miydi?
Muhalefet için Yalova, Cumhurbaşkanlığı seçiminin Başkenti olmamalı mıydı?
Nerede Kemal Kılıçdaroğlu? Deniz Baykal? Mustafa Sarıgül? 
Onları Yalova sokaklarında görmeye o kadar alışmıştık ki. 
Kahvede okey arkadaşı, apartmanda yan komşu gibi her köşede başında bir lider çıkıyordu karşımıza.
Şimdi sadece çatı adayı için zoraki açılmış irtibat ofisinden başka, Yalova'da CHP'nin Cumhurbaşkanlığı seçimi için hiç bir hamlesi yok.
Oysa Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Büyük Yalova Mitingine geldiğinde ''Yalova Cumhurbaşkanlığı’ndan daha önemli. Yalova’yı kurda kuşa yedirtmem'' dememiş miydi?
Bu cümleleri kendilerine silah yapıp, Yalova'yı her fırsatta model olarak göstermesi gereken Kemal Kılıçdaroğlu, yada diğer liderlerin şuan da umurlarında bile olmayışımız (!) acaba sadece benim mi dikkatimi çekti?
Bazen aşırı güven de ters tepebiliyor, bunu 30 Mart seçimlerinde yaşamıştık. 
Şimdi aynı hatayı CHP, ''Nasıl olsa Yalova'yı aldık gene alırız'' zihniyeti yapıyor.
Yalova AK Parti teşkilatı ise; tam tersi hatalarından ders çıkardıkları için meydanı boş bırakmıyor. 
Sağa dönüyoruz Temel coşkun, sola dönüyoruz Yusuf Ziya Öztabak, önümüze çıkıyor falanca bakan.
Ha birde Selahattin Demirtaş vardı değil mi :)
Ben 10 Ağustos seçim sonuçlarını şimdiden görür gibiyim...
Ve şimdiden ülkemiz için hayırlara vesile olsun diyeyim...
Temmuz 2014


BU YAZI ''SOMA'' İLE BİZİM ARAMIZDA

Bir çok vatandaş 13 Mayıs'ta duydu belkide ismini ''Soma''.
Gelirinin çoğunu madencilikten kazanan, Manisa'nın yeşillik ilçelerinden bir tanesiydin..
Şimdi kapkara oldu toprakların.. Halkına bahşettiğin kömürden de kara.
Türkiye tarihinin en büyük maden faciası, senin topraklarının altında yaşandı.
Sen insanlara kara elmas verirken, karşılıksız bırakmadın senden alınanları..
Çocuklarından babalarını aldın, annelerden evlatlarını.. Eşlerden kocalarını aldın, kara elmasını bağrından söktükleri sırada.
Hepimizin içi yanıyor, Türkiye kan ağlıyor...
Sana hangi birini anlatayım ki ''Soma''.
''Ölü seviciler'' sahaya inmiş, durumu nasıl lehimize çeviririz diye kara propagandalar yapıyor.
''Bu vesile ile hükumeti deviririz, deviremesekte sarsmamız bile yeter'' diye sevinenler var.
Gerçekten kahrolan vatandaştan bahsetmiyorum bile. Onları yazmaya sayfalar yetmez ama provakatörler sayende gene meydanlarda...
Peki ulusumuzun Başbakanına ne demeli, her zamanki gibi madalyonun iki tarafına da bakıyorum ben.
Yok bu yaşananlar çok olağanmış, yok iş kazalarının adı üstünde iş kazasıymış...
1800 bilmem kaçlarda İtalya'da da maden faciaları yaşanmış..
Eeee Sayın Başbakan ne oldu senin 2023 geleceğine...
Allah'tan seni sorumlu göstermedi ''Soma''...
Allah'tan ''doğanın dengesini bozduğunuz için geldi bu musibetler başınıza'' demedi..
Hadi doğayı geçtim, iyi ki olayı imanın şartlarına bağlayıpta ''kaza ve kadere iman'' demedi Sayın Başbakan..
Güçlü görünmeye çalışıp ağlamadı da, ''Önlemler alınacak bi daha böyle kazalar yaşanmayacak inşallah'' deyip durumu toparladı..
Peki maden ocağı sahibi nerede ''Soma''?
Başbakanın sana ziyaret gerçekleştirdiği gün, el sıkışırken gördüm kodaman tipini..
Hiç bir medya mensubu mikrofonunu neden ona uzatmıyor, neden günah keçisi ilan etmiyorlar adamı.
1999 depremini yaşadığımızda hiç hatırlamıyorum siyasetçilere linç girişimi yapıldığını.
Veli Göçer ilan edilmemiş miydi deprem faciasının sorumlusu?
''Şimdi büyüdünüz ve olayları daha başka görmeye başladınız'' diyeceksen, hakkını helal etsin Veli Göçer'de..
Şuan hala içinden çıkarılamamış maden şehitleri var ''Soma''. Bitap düşmüş cenazelerini bekleyen aileler.. Azrail işini yapıyor ama öksüz kalmış yavrular var..
Birde madenden sağ çıkmış abilerimiz var, ne iş yapacaklarını kara kara düşünen..
Nerede bir açık buluruzda, faciayı lehimize çeviririz diye hesap yapan leş kargaları var..
Elbette maden ocağı sahibi en ağır ceza ile hapishaneye tıkılmalı, sorumlu siyasetçiler de istifa etmeli ama..
Peki sen ne olacaksın ''Soma''? Sen sorumlu değil misin?
Kara elmasın birilerinin cebini doldururken; senden alınan kömürün bedelini, neden masum işçilere ödettin ''Soma''???
Cevap ver lütfen, bu konuştuklarımız ikimiz arasında...
Mayıs 2014

MİNİBÜSLERİ DE MOR RENGE BOYAT

Nasıl bir seçim süreciymiş arkadaş, normal hayatımıza bir türlü dönemedik. Ben değil, başkanlık koltuğuna kesin olarak yerleşen Vefa Salman bile; bisiklet yollarını geri isteyen PAB üyelerine ''şu seçim süreci bitsinde bakarız '' diyor. Herkes diken üstünde ve neredeyse her gün ulusal basında Yalova.
Bir yandan reklamın iyisi kötüsü olmaz diyorum. 17 Ağustos depreminden bu yana gündeme gelmeyen ilimiz, haritada yerimizi dahi bilmeyen insanlar tarafından konuşulur oldu. Uğur Dündar bile Yalova aşığı kesildi.
Önceleri kahvehanelerde futbol maçı tartışan abilerimiz; YSK üyesi gibi seçimi sorgulamaya, minibüslerde altın gününden dönen ablalarımız ise; sandık görevlisi olmuşlar gibi, sayım hakkında eleştiri yapmaya başladılar. Ben bu duruma seviniyorum aslında. Yaradılışımızda var gündeme hakim olup bir anda uzman kesilmek. ''Boş ver babamın oğlu mu Başkan'' deyip kimse umursamazlık yapmıyor. 
Hatırlarsanız deprem felaketini yaşadığımız günlerde de hepimiz sismoloji uzmanı olmuştuk. Türkiye Milli Futbol Takımı dünya üçüncüsü olduğu zamanlarda da antrenör...
Neyse Yalova'da seçimin iptal olup olmayacağı tartışıla dursun, ben yazı başlığımıza dönmek istiyorum.
Hangi partiye oy vermiş olursak olalım; adliye köşelerinde, itirazlarla savaşmaktan usanan Vefa Salman'ın göz yaşlarına; hepimizin içi acıdı. Mazbatasını alıp belediye kapısında kurbanlar kesilirken de gözleri doldu başkanımızın. Anlaşılan o ki, Yalova çok duygusal bir belediye reisine sahip oldu.
Gel gelelim verdiği kararlara duygularını karıştırmalı mı?
İlk haftada yaptıklarına bakılırsa duygusal başkan, siyasete duygularını karıştırdı. İnsani bir iç güdüyle, Yakup Koçal'ın Yalova'dan izlerini silmeye başladı. 
Gerçi unutmamak lazım, daha taze yenilenen Yürüyen Köşk'ü de Yakup Koçal, Barbaros Binicioğlu'na inat tekrar restore etmemiş miydi? Neyse biz bugüne dönelim. Yalova'yı arabayla tavaf etmemize sebep olan ''Akıllı Kapan''ı Allah razı olsun kaldırdı. Ama sizinde gördüğünüz gibi bankaların önü gene otoparka dönüştü.
Sadece o değil; bisiklet yollarını belirleyen dubaları da kaldırdı, doğal olarak Yalova sokakları da tekrar otoparka dönüştü. Hoş, Vefa Salman ''oralar hala bisiklet yolu'' diyor ama ister Avrupa'daki sistemi uygula, istersen Afrika'daki, bizim milletimiz ''2 dakika abi 2 dakika'' der, dörtlülerini yakıp gene işgal eder o bisiklet yolunu. Önce kafalardaki dubaları kaldırmak yada o dubaları kafalara vurmak lazım. 
İşin kötüsü, olur da seçim yenilenirse ve diyelim ki Yakup Koçal tekrar başkan seçilirse, o dubaları da inatlaşarak tekrar asfaltlara ekerse, vay Yalova'nın haline...
O yüzden çiçeği burnunda başkanımız, hazır makam koltuğunda otururken  Koçal'ın yaptırdığı pembe kaplama minibüsleri de derhal mor renge boyatmalı. ''Nasıl seni morarttım'' yada ''mor sana çok yakışıyor'' anlamında. Açıkçası böyle bir atraksiyon bekliyorum Vefa Salman'dan.
Sonuçta Yalova'nın başka derdi yokmuş gibi ''Mutlu''yu ''Umutlu'' yapan, kapan kaldıran, bisiklet yollarını bozan insan, bence minibüsleri de mor renge boyatmalı. Hatta hak geçmesin diye Chp'ye oy veren herkese ''Yalova Kavurması'' dağıtmalı. Beğenmiyorsa ''Pazar Parkı'' yıkmalı, Tigem de peşkeş çekildi denilen arazileri, üste para verip tekrar geri almalı.
Vel hasıl hangi partili başkan olursa olsun, her gelen eskilerin izini silmeye, yap boz gibi ufacık Yalova'nın üzerinde oynamaya alışık olmuş. Yüz ölçümümüz ne kadar ki, Türkiye'nin en ufak iliyiz. Yalova'da hal böyleyse, vah Türkiye'nin haline...
Mayıs 2014


GÜLHASAN

Yıllardır 'geçici koruma' statüsü ile vatanımızda misafir ettiğimiz mülteciler yüzünden; Türk halkı 2'ye bölünmüş durumda. Bir ...